
BİZİM YUNUS -YUNUS EMRE VE TÜRK TARİHİNDEKİ YERİ
“Aşık öldü diye sâla verirler
Ölen hayvan imiş , âşıklar ölmez.”
Asırları aşan bir düşünce insanı olan Yunus Emre’ye şair demek elbette haksızlık olur. Yunus Emre kültür ve medeniyet tarihimizin mihenk taşıdır. Anadolu kültür coğrafyamızın en kıymetli tarihi hazinesidir. O şairliğin ötesinde sözün de sultanıdır. O’nun şiirlerindeki sevgi ve hoşgörü yaratılandan da yaradana ulaşır. Bizim dilimizle en içten şekilde bizi anlatmasıyla Bizim Yunus lakabını, Tabduk Emre dergahına odun taşımasıyla da Oduncu Yunus lakabını almıştır. Yunus Emre kelimenin tam anlamıyla “bizden” olduğu için bizim olduğumuz her yerde ona rastlarız. Bazen bir köy adında, bazen bir kabir taşında, bazen yerel bir öyküde rastlarız ona. En çok da çocuklarımızın adında rastlarız.
Yunus Emre’nin amacı, sevgi yoluyla dünyada yaşayan tüm insanların hem kendileriyle hem de evrenle barışık olmalarını sağlamak, dünyanın geçici hallerinden sıyrılarak ebedi olan hayata hazır olmalarını sağlamaktır. Yunus Emre toplumun öz değerlerine sahip çıkarak, bir olmayı sevgi gütmeyi aşılamış, yaşadığımız sorunların pek çoğunun benlik duygusundan kaynaklandığını vurgulamıştır. Gerçek aşkı ilahi aşkta bulmuştur. Bu dünyanın maddesine kanmayıp gerçek ebedi aşka ulaşmayı hedef göstermiştir.
Yaşadığı yıllarda Anadolu’da Moğol istilasının etkisiyle iç kavgalar, siyasi kargaşalar, kıtlık, kuraklık gibi çok zor günler yaşanmaktaydı. Yunus Emre böyle bir ortamda Allah sevgisini, dini ve ahlaki değerleri yaymaya çalışarak Türk – İslam Medeniyetinin teşekkülünde büyük bir rol oynamıştır. Onun fikir ve sözleri Anadolu’nun dört bir yanında yankılanmış, milletimizin gönlünde ayrı bir yer edinmiştir.
Dönemin sosyal ve kültürel hayatı da genel manzaradan uzak değildir. Asya bozkırlarından, yeni memleketler ele geçirmek üzere, doğuya ve batıya hareket eden Moğol orduları; binlerce yıllık şehirleri yok etmiş, işgal ettikleri yerlerin münevverlerini önüne katarak farklı diyarlara sürüklemiştir. Mevlânâ’nın, babası Bahâeddin Veled ile birlikte Anadolu’ya gelmesi de aynı sebebe bağlanmıştır. Büyük Selçuklu Devleti’nin bir devamı niteliğindeki Anadolu Selçukluları, tıpkı selefleri gibi, devlet dili olarak Farsçayı benimsemişlerdi. Sesi yüzyılları aşarak günümüze kadar gelen Mevlânâ da eserlerini Farsça kaleme almaktaydı. Dönemin entelektüelleri arasında Farsça öyle yaygındı ki Evhadüddin Kirmani ve Ahi Evran gibi fütüvvet erbabı Türkmen babaları bile eserlerini Farsça telif etmişlerdi. Aynı dönemde yaşamış Hacı Bektaş Velî’nin de Makâlât’ını Arapça yazdığı bilinmektedir. Devletin merkezinde dar bir çevre ve dönemin önde gelen fikir adamları Farsçayı kullanırken milletin çoğunluğunu oluşturan Türkmenler, Türkçeden başka bir dil bilmiyordu. Dönemin sosyal ve kültürel kırılmalarında bu durumun da önemli bir etkisi olduğu anlaşılmaktadır. Yunus Emre ise şiirlerini bu ortamda Türkçe yazmıştır.
Gelelim Yunus Emre’nin hayat hikayesine; Yunus adı Yunus peygamberden gelmekte ,Emre ise aşık anlamına gelmektedir. Biçare Yunus, Tapduk Yunus, Derviş Yunus ,Koca Yunus, Yunus Emrem gibi isimlerle de anılmakta idi.[1] Yunus’un 1240-1241 yılları arasında doğduğunu varsayılmaktadır.[2] Vefatı ise 1320 yılında olduğu görüşü hakimdir. [3]Yunus Emre Tapduk Baba’nın dervişidir; Tapduk, Barak Baba’nın, o da Sarı Sarı Saltuk’un halifesidir.[4]
“Yunus’a Tapdug u Saltug u Barak’dandur nasip
Çün gönülden çüş kıldı ben niçe pinham olam.”
Yûnus Emre’nin doğum yeri hakkındaki bilgiler yetersiz ve birbirinden farklı rivayetlere dayanmaktadır. Bu konuda elde edilen bulgulardan birisi olan “Bektaş-î Velayetnamesinde” o’nun Sivrihisar’ın yakınında bulunan Sarıköy’de doğduğu yer almakta ve Yûnus’ un mezarının da bu köye yakın bir yerde olduğu ifade edilmektedir. Fuad Köprülü’ye göre Yûnus Emre’nin 13. yüzyılın son yarısında Sivrihisar civarında yahut Bolu dolaylarında Sakarya suyu etrafındaki köylerden birisinde yetişmiş bir Türkmen köylüsü olduğuna dikkat çekilmiştir.[5] Yapılan farklı araştırma ve tahminlere göre ise, Yûnus Emre’nin, Sakarya havzasında ya da Karaman, Konya çevresinde veya bir müddet birisinde, bir müddet diğerinde yaşadığı ileri sürülmektedir.
Yunus Emre’nin doğum tarihi 1241 yılı esas alındığı takdirde onun çağdaşları olan sufilerin vefatlarında yaş durumu şöyle olacaktır:
Mevlâna Celaleddin-i Rumi (vefatı 1273) Yunus’un yaşı : 33
Hacı Bektaş-ı Veli (vefatı 1275 ) Yunus’un yaşı : 35
Sultan Veled ( vefat 1313 ) Yunus’un yaşı : 75
Ahi Evran (vefat 1265) Yunus’un yaşı: 21[6]
Tarihî kişiliği menkıbelerle iç içe giren Yûnus Emre’nin destanî hayatına dair ilk ve en geniş mâlûmat Uzun Firdevsî’nin (ö. 918/1512) yazdığı sanılan Vilâyetnâme-i Hacı Bektâş-ı Velî’de yer almaktadır. Buna göre Yûnus Sarıköy’de yaşayan, çiftçilikle geçinen fakir bir kişidir. Önce buğday almak üzere Karahöyük’e gider, bir süre Hacı Bektâş-ı Velî’nin yanında kalır, geri döneceği sırada buğday yerine Hacı Bektaş ona “nefes” vermeyi teklif eder, fakat Yûnus ısrar edince kendisine dilediği kadar buğday verilerek gönderilir. Köyüne yaklaştığı esnada gafletinin farkına varan Yûnus, buğdayın bir gün tükenip nefesin ise tükenmeyeceğini düşünerek tekrar tekkeye döner ve nasip ister. Durum Hacı Bektâş-ı Velî’ye arzedilince o, “Bundan sonra olmaz. Biz o kilidin anahtarını Tapduk Emre’ye verdik, varsın nasibini ondan alsın” der ve onu Tapduk Emre’ye gönderir. Yûnus da Tapduk Emre’nin yanına varıp durumu ona anlatır; Tapduk Emre halinin kendisine mâlûm olduğunu, hizmet edip emek vermesi halinde nasibini alacağını söyler. Yûnus kırk yıl boyunca erenler meydanına eğrinin yakışmayacağı düşüncesiyle tekkeye sadece düzgün odun taşır. Rum erenlerinin Tapduk Emre’nin tekkesinde büyük bir meclis kurdukları bir gün mecliste Yûnus Emre ile birlikte Yûnus-ı Gûyende denilen başka bir Yûnus daha bulunmaktadır. Tapduk Emre cezbeye gelince Gûyende’ye, “Yûnus, söyle!” der, fakat Gûyende işitmez. Tapduk bu sözü üç defa tekrarladığı halde Yûnus-ı Gûyende yine işitmez. Bu defa Yûnus Emre’ye dönüp, “Yûnus, vakit geldi, o hazinenin kilidini açtık, nasibini aldın, hünkârın nefesi yetişti, sen söyle!” der. Gönlü açılan, gözlerinden perde kalkan Yûnus “şevk denizine düşüp” inci ve mücevher değerinde sözler söylemeye başlar .[7]
Yûnus Emre’nin evlenip evlenmediği çocuk sahibi olup olmadığı tam olarak bilinmemektedir . Bu konuda “Bektaş-i Velayetnamesi”nde geçen bir rivayette Yûnus Hacı Bektaş-i Veli’nin buğday yerine nefes vermeyi söylemesi üzerine “Ben nefesi neyleyeyim ehl-i iyalim var” diyerek nefesi reddetmiştir . Ayrıca divanında “Bunda dahi virdün bize oğul u kız çift-ü helal” mısraına dayanarak onun evli ve çocuk sahibi olduğu hükmüne ulaşılabileceği de ifade edilmektedir.
Yûnus’ un tahsili ile ilgili olarak eski kaynaklar O’nun ümmi olduğunu belirtirler. Yûnus’ un yetiştiği kültür çevresi içerisinde düşünüldüğünde medrese eğitiminin kitabi olması karşısında tekke eğitimi şifahi başka bir deyişle sözlü aktarıma dayanıyordu. O dönemdeki birçok sufi şair yaşadıkları çağın kültürünü şifahen alıyordu. Bu hususlar göz önünde bulundurulduğunda Yûnus’un tahsilini yetiştiği tekke ve çevresi içinde düşünmek gerekmektedir. Başka kaynaklarda ise muntazam bir tahsil gördüğü, Arapça ve Farsça’yı İslâmi ilimleri iyi bildiği muhakkak olan Yûnus’un şiirlerinde birçok yeri de gezdiği ifade edilmektedir. Şiirleri içerisinde “Ol dost bana ümmî dimiş hem adumı Yûnus komış” diyen Yûnus, ümmi olarak nitelendirilmiştir. Yûnus hakkında kendi döneminde Türkçeyi çok iyi bir şekilde kullanan ve asla ümmi bir derviş olarak kabul edilemeyeceğini ifade ederken Yûnus’un ümmiyim demekten maksadı büsbütün başkadır. O, zahiri bilginin değil hakiki ilmin peşindedir. Ona göre ilim “kendini bilmektir” yani içindeki tanrı cevherini sezmektir. O’nun ümmiliği tasavvufta özel bir terimdir. Dünya ilimlerinin inkârı ve Allah’ın son bilgisi karşısında bir katre olmanın idrakidir. Yûnus’un meselesi, dünyaya ait ve Allah’tan başka her şeyi “terk”tir. Bundan dolayı, O, bilmek iddiasını da terk etmektedir. Bilgiçlik çiğ bir iddiadır ve Yûnus ondan sakınmaktadır. Yoksa zamanının hemen bütün ilimlerine, sanatlarına, menkıbelerine aşina olduğu, “dört kitabı” tanıdığı, Farsça’yı, Arapça’yı bildiği, birçok ayet ve hadis meallerini şiirleştirdiği, İran ve Arap şairlerinin eserlerini okuduğu divanından anlaşıldığı gibi birçok mısralarından da bunları bildiği fakat küçümsediği anlamı çıkmaktadır.
Yunus Emre Azerbaycan’da ve Anadolu’nun bazı şehirlerinde Urum’da , Şam’da ,Kayseri, Tebriz, Nahçıvan, Sivas, Maraş, Şiraz gibi şehirleri propaganda için gezmiştir. Bu görüş özellikle şu beyitlerden kaynaklanmaktadır:
“Varduğumuz illere şol safa gönüllere
Baba Tabduk Manisin Saçtuk Elhamdülillah”
“Gezdüm Urum ile Şam’ı yukarı illeri kamu
Çok İstedim bulamadım şöyle garip bencileyin
İndik Rum’u kışladuk çok hayr u şer işledük
Uş bahar geldi geri göçtük elhamdülillah”
O’nun defnedildiği yerde kesin olarak bilinmemektedir. Anadolu’nun pek çok yerinde ona ait mezarlar ve makamlar bulunmaktadır. Bunlar; Sivrihisar (Sarıköy),Manisa ili Kula ve Salihli arası Emre köyü, Karaman ve Niğde Ortaköy’deki mezar veya makamlardır.
Yunus Emre’nin Eserleri :
Divan :Yunus Emre’nin şiirleri bu Divanda toplanmıştır. Şiirler aruz ölçüsüyle ve hece ölçüsüyle yazılmıştır. Fatih nüshası, Nuruosmaniye nüshası, Yahya Efendi nüshası, Karaman nüshası, Balıkesir nüshası, Niyazi Mısrî nüshası, Bursa nüshaları (kopya) bulunmaktadır.
Risaletü’n – Nushiye: 1307’de yazıldığı sanılmaktadır. Eser, mesnevi tarzında yazılmıştır ve 573 beyitten oluşmaktadır. Eser; dinî, tasavvufî, ahlakî bir kitaptır “Öğütler kitabı” anlamına gelmektedir.
Yunus Emre Müslüman Türk’tür. Hoca Ahmet Yesevi ile birbirine görüşleri çok yakındır. Anadolu’da yaşamıştır. Milli ve manevi kültürümüzde O’nun mayası vardır. Bu husus, milli kültürümüz ve edebiyat tarihimiz için en önemli cihettir. İlminin irfanının aşk ve felsefesinin sınırı olmayan Bizim Yunus’u turizm zihniyetiyle küçük bir mezarda aramanın manası yoktur. Yunus Emre Türk Milletinin kalbinde yatmaktadır. Sadece Türkiye’nin değil öncelikle Türk-İslam dünyasının ve bütün insanlığın Yunus Emre’den öğreneceği çok şey mevcuttur. Bu öyle bir Yunus Emre’dir ki yaktığı meşale çağlar boyu yaşamış , daha çağlar boyunca da kuşaklardan kuşaklara geçerek , insanlığı zulmetten nura götürecek olan yüce aydınlığa devam edecektir. Ortadaki gerçek te budur.
Gerçek aşıkların en büyüklerinden olan Yunus Emre’ye kulak verelim :
“ Gönül Çalab’ın tahtı gönüle Çalap baktı
İki cihân bed-bahtı kim gönül yıkar ise”
Yunus Emre Hakkında Bazı Rivayetler:[8]
Köstendili şeyhi Süleyman Efendi (vefatı 1819) telif ettiği Bahrü’l Velâye” adlı bir veliler tezkiresinde Yunus’tan , Şeyhi Tapduk Emre’den, şiirlerinden ve tekkeye taşıdığı odunlardan söz ettikten sonra şu rivayeti anlatır: “Naklolunur ki ,Mevlâna Rumi dimüşdür ki, İlahi menzillerin hangisine çıkdımsa, bir Türkmen kocasının izini önümde buldum, O’nu geçemedim. “Bundan muratları Yunus Emre’dir.
Bir halk rivayetinde Yunus’un üç bin şiir söylediği, fakat bu şiirlerin Molla Kasım adında bir zahid tarafından şeriata aykırı bulunduğundan tahrip edildiği işlenir. Molla Kasım şiirleri ele geçirip bir su kenarına oturur. Bin tanesini yakar, bin tanesini de suya atar. Üçüncü bin şiirleri okumaya başlayınca şu beyitle karşılaşır:
“Derviş Yunus bu sözü eğri büğrü söyleme
Seni sigaya çeken bir Molla Kasım gelir.”
Beyti okuyan Molla Kasım şaşırır, tevbeye gelir ve Yunus’un velayetine inanır. Nevar ki , iş işten geçmiştir. Elde sadece bin adet şiir kalmıştır. Halk
Halk şimdi yakılan şiirlerin gökte melekler tarafından, suya atılan şiirlerin balıklar tarafından ve kalan şiirlerin de insanlar tarafından okunduğuna inanır.
Bir başka rivayet ise şöyledir: “Yunus feyz alamadım diye şeyhinden ayrıldıktan sonra, karşılaştığı dervişlerle başından geçen macera üzerine kendi mertebesini anlamış, şeyhinin büyüklüğünü tasdik ederek dergaha dönmüş ve eşiğe yatarak kendisini affettirmişti. Fakat Tapduk Emre “Mertebeni öğrendin artık burada duramazsın ,asamı attığım yere gider orada ruhunu teslim edersin” demiş. Asasını atmış. Yunus bu asayı tam beş sene aramış, sonunda Sarıköy’de bulmuş ve orada vefat etmiştir.
Son olarak konuyla ilgili meşhur bir rivayeti daha kaydedelim : Yunus bir gün Mevlana’ya ; “Mesnevi’yi sen mi yazdın demiş. Mevlâna evet deyince , “Uzun yazmışsın ! Ben olsam : Ete kemiğe büründüm, Yunus diye göründüm, derdim, olur biterdi.” Demiş.
BİBLİYOGRAFYA :
Ord. Prof. M. Fuad Köprülü , Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, Akçağ yayınları ,9.Baskı, Ankara, 2006
Ord. Prof. M. Fuad Köprülü, Yunus Emre’nin Mezarı, Meydan Mecmuası, s.20, İstanbul, 1 Haziran 1965
Prof. Dr. Faruk Timurtaş, Yunus Emre Divanı, Kültür Bakanlığı yayınları, Ankara ,1980
Mustafa Tatcı, Yunus Emre Divanı, Doktora Tezi, Ankara, 1990
Abdülbaki Gölpınarlı, Yunus Emre Hayatı ve Bütün Şiirleri, İş bankası yayınları,6.Baskı, İstanbul,2014
Manakıb-ı Hacı Bektâş-ı Velî, Vilâyet-nâme (haz. Abdülbaki Gölpınarlı), İstanbul 1958
Murat Sertoğlu, Yunus Emre Divanı, Sağlam yayınevi, İstanbul ,1985
Mustafa Tatcı, Yunus Emre , Maddesi, TDV İslâm Ansiklopedisi, İstanbul, https://islamansiklopedisi.org.tr/yunus-emre ,13.05.2021
[1] Ord. Prof. M. Fuad Köprülü , Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, Akçağ yayınları ,9.Baskı, Ankara, 2006, s.248
[2] Prof. Dr. Faruk Timurtaş, Yunus Emre Divanı, Kültür Bakanlığı yayınları, Ankara ,1980, s.1
[3] Mustafa Tatcı, Yunus Emre Divanı, Doktora Tezi, Ankara, 1990 , s.38
[4] Abdülbaki Gölpınarlı, Yunus Emre Hayatı ve Bütün Şiirleri, İşbankası yayınları,6.Baskı, İstanbul,2014, s.XXIV
[5] Ord. Prof. M. Fuad Köprülü, a.g.e. s.251
[6] Mustafa Tatcı, a.g.e. s.40
[7] Mustafa Tatcı, Yunus Emre , Maddesi, TDV İslâm Ansiklopedisi, İstanbul, https://islamansiklopedisi.org.tr/yunus-emre ,13.05.2021
[8] Mustafa Tatcı, a.g.e. s.34