BİR AVRUPA HASTALIĞI :SÖMÜRGECİLİK
Francis Bacon “Matbaa, barut ve pusula dünyanın görünüşünü ve koşullarını toptan değiştirmiştir”der. Ona göre matbaacılık edebiyatı, barut askerlik sanatını, pusula ise denizciliği önemli ölçülerde etkilemiştir.
Pusulanın keşfi ve denizcilikte kullanılmaya başlanmasıyla büyük okyanuslara yolculukların önü açılmış oldu. Bu Avrupalı denizciler için bulunmaz bir fırsattı. Yeni pazarlar elde edilmeli, altın ve hammadde kaynaklarına ulaşılmalı, keşif ve istilalar yapılmalıydı. Avrupalının altın açlığı bir an önce dindirilmeliydi.
Kristof Kolomb 3 Ağustos 1492 yılında yenidünyalar keşfetmek için yola çıktı. Denizcilerde büyük bir heyecan ve akıllarında ise yaşlı denizcilerden dinledikleri deniz canavarlarının, gemileri batıran dev ahtapotların, leviathan denen büyük balinaların ve korkunç deniz canavarlarının hikâyeleri vardı.
Ancak bu korkularının hiçbiri gerçekleşmedi. Sadece Atlas okyanusunun dalgalarıyla mücadele etmek zorunda kaldılar.
Zorlu bir yolculuktan sonra 12 Ekim günü karanın görünmesi ümitsizliğe kapılmış olan denizcileri büyük bir sevince boğdu. Kristof Kolomb, karaya “Katolik hanedanı batı denizleri amirali” olarak ve büyük üniformasını giyerek çıktı, İspanya Krallığı ve Kraliçesi adına adayı zapt ederek Tanrıya dua etti.Bu başlangıç insanlık adına yeni bir keşif ancak Amerika yerlileri adına sonun başlangıcıydı
Kolomb, yeni bir kıtaya ayak bastığından habersizdi. Ona göre zengin Hindistan topraklarına ulaşılmıştı. Ancak ilk çıktığı adanın bugünkü San Salvador adası olduğu kabul edilmektedir.
Kolomb ve adamları iki ay boyunca diğer adaları da dolaşıp, oraları da Tanrı ve İspanya Krallığı adına zapt ettiler. Ancak esas istenilen şeye yani altına ulaşılamamıştı. Nihayet bu arzularına Haiti kıyılarında ulaştılar. Burada hırslarını giderecek altını temin ettikten sonra 16 Ocak 1493’te dönüş için yelken açtılar. Hispaniola adasına da küçük bir askeri birlik bıraktılar.
Kolomb’un anlattıkları ve getirdikleri İspanya’da büyük bir heyecana yol açmıştı. Hemen ikinci bir sefer yapılmasına karar verildi.27 Kasım 1494’te gemiler Hispaniola adasına geldiklerinde korkunç bir görüntüyle karşılaştılar. Garnizona bıraktıkları tüm askerler öldürülmüştü. Gerçek kısa zamanda ortaya çıktı. Avrupalı hastalığı Kolomb’un adamlarında ortaya çıkmış ve İspanyollar sakin ada yerlilerine işkence ve şiddet uygulamışlar, kadınlarına tecavüz etmişlerdi. Sabırları tükenen yerliler de İspanyol askerlerinin hepsini öldürmüşlerdi. Böylece sömürgecilik tarihinin iki değişmez imgesi doğmuş oluyordu: Altın ve kan.
Bundan sonra Hispaniola yerlileri İspanyol barbarlarının insafına terk edildi. Halkın çoğu köleleştirildi. Avrupalı insanın gözünde “dinsiz” ve “barbar” olan bu halklar şiddeti zaten fazlasıyla hak ediyorlardı.1494-1498 yılları arasında üç yüz bin kişilik yerlinin yüz bini öldürüldü. Günümüze ise bu yerlilerden ulaşan yoktur.
Kolomb, 26 Mayıs 1506’da öldü. Amerika kıtasının kaderini değiştiren bu adam, keşiflerin kadar sömürgeciliğinde yönünü göstermiştir.
Kolomb’u başka İspanyollar izledi. Bunlardan birisi de Hernan Cortes’ti. Cortes bir istilacının tüm özelliklerini taşıyordu: Acımasız, hırslı, zeki ve gözü pek.
Cortes 1519 yılında Küba’nın İspanyol valisi tarafından Orta Amerika’ya yapılacak bir keşif seferi için çağrıldı. Cortes 508 asker,100 denizci,16 at ve 13 fitilli tüfek ile Orta Amerika yürüyüşüne başladı.
Cortes’in hedefinde Aztek toprakları vardı. Tanrılarına insan kurban eden ve diğer kabileler tarafından sevilmeyen Aztekler. Yol boyunca birçok kabile Cortes’in ordusuna katıldı.
İspanyollar başkent Tenochtitlan’a ulaştıklarında, Aztek Kral’ı Montezuma tarafından kabul edildiler. Kral İspanyollardan çok etkilenmişti ve onları sarayında misafir etmek istedi. İspanyollar ise misafir edilmek değil, bu ülkenin altınlarını istiyorlardı. İspanyollar kralı esir alarak tüm hazinenin getirilmesini istediler. Gelen zenginlikleri aralarında paylaştıktan sonra dini bir ayin yapan 600 kişilik Aztek soylularına saldırdılar. Bu soyluların hepsi öldürüldü ve malları yağmalandı. Avrupalı insanın yağma ve yıkım gösterisi başlamıştı. Sıra tapınaklara gelmişti. Tanrı’nın bu seçilmiş oğulları için dinsiz tapınaklarının yıkılması kutsal bir görevdi. Tapınaklar yıkılmaya başlayınca Aztekler İspanyollara saldırdılar ve onları geri püskürttüler. İspanyollar bu saldırıda askerlerinin üçte birini kaybettiler.
Fakat bu hırslı ve aç İspanyolları hiçbir şey yıldıramazdı. İki hafta sonra bir Aztek ordusunu yok ettiler. Gürleyen ve öldüren sopaları yerlileri korkuya ve hayrete düşürüyordu.
Avrupalıların öldüren ve gürleyen sopalarının yanında getirdikleri gizli bir silahları daha vardı. Çiçek hastalığı, kızamık ve dizanteri mikropları. Eski Dünya’nın bu mikroplarıyla hiç tanışmamış olan yerliler için bu mikroplar çok daha öldürücü oldu ve Aztek yerlilerinin çoğu bu hastalıklardan ölüp gitti.
İspanyollar kısa bir süre içinde getirdikleri hastalıkların da yardımıyla Aztek topraklarını ele geçirdiler. Birçok yerde yaptıklarını burada da yaptılar: Ölüm, yağma ve tecavüz. İspanyolların altın hırsı bir medeniyeti yok etmiş, geriye harabeye dönmüş şehirler ve mavi gökyüzünün altında yatan binlerce ceset kalmıştı.
Cortes’ten sonra sahneye başka bir İspanyol çıktı: Francisco Pizarro. Bir İspanyol askerin gayrimeşru çocuğu, okuma yazma bilmeyen, domuz çobanı bir maceraperest.
Pizarro 1531 yılında 180 asker,37 at alarak Peru’ya doğru yelken açtı. Pizarro, Panama’nın güneyinde bir yerlerde zengin bir imparatorluk olduğunu duymuş, hazinelerin kokusunu-ki Avrupalılar bunu çok iyi bilir-ta içinde hissetmeye başlamıştı. Hedef İnka İmparatorluğuydu.
Bu arada Avrupalıların yeni kıtaya taşıdığı çiçek hastalığı da boş durmamış, kıtanın içlerine doğru ilerlemişti. Cortes’e Meksika’da yardım eden hastalık şimdi de Pizarro’ya Peru’da yardım ediyordu.
İspanyollar And Dağları’nın eteklerinden aşıp Caxamalca’ya ulaştılar. Şehir çok güzeldi ve insanı etkiliyordu. İspanyolları etkileyen ise kalabalık İnka ordusuydu. Normal şartlarda bir avuç İspanyol’un bu ordu ile baş etmesi mümkün değildi. Ancak İspanyollar’ın bir üstünlüğü vardı: Avrupa savaşlarından edindikleri beceriler ve silahları.
Pizarro İnka kralını ele geçirmeyi amaçlamıştı. Çünkü liderleri ele geçirilirse bu yerliler başıboş kalıyorlar ve savaşamıyorlardı. Pizarro kurduğu bir tuzakla da bunu gerçekleştirdi ve İnka Kralı Atahualpa’yı esir etmeyi başardı. Bu İnkalar arasında bozulmalara ve düzensizliğe yol açtı. İspanyolların istedikleri de buydu. Toplar gürledi, tüfekler ölüm kusmaya başladı. Şaşkına dönen birçok yerli bu esnada öldürüldü. Kralın tüm hazinelerine el konuldu ve o da boğularak öldürüldü.
Pizarro, İnkaların başkenti Cuzco’yu savaşmadan ele geçirdi. Saltanat hazinesine el konuldu. Değerli metaller, altın sanat eserleri eritildi. Bunun bir kısmı İspanya’ya Kral Carlos’a gönderildi, bir kısmı da askerler arasında pay edildi. Artık sefere katılan her asker zengindi. Her birinin binlerce dönüm arazisi ve emirlerin yüzlerce kölesi vardı.
İspanyollar Amerika’nın bu iki medeniyetini altın ve mal hırsları yüzünden yok ettiler. O medeniyetlere ait ne varsa yok olup gitti. İspanyolları başka Avrupalı milletler izledi. Portekiz ve İngilizler de en az İspanya kadar bu coğrafyaya acı ve ölüm getirdi.
Avrupa’nın dünyayı sömürme politikası sadece
Amerika kıtasıyla sınırlı kalmadı. Afrika ve Asya kıtaları da bu yağmacıların yağma sahaları oldular. Yüzyıllar boyunca Avrupa insanı bu kıtalardan, değerli ne varsa çaldı ve kıtasına taşıdı. Çaldıklarının yerine ise hastalıklar, açlıkla boğuşan milletler ve iç savaşlar bıraktı.